Kağıtçıbaşı: “Biz böyle iyiyiz, başkaları şöyle kötü gibi bir yaklaşımla barışçıl bir dünya kurmak mümkün değil.”
“Dünya vatandaşı olmaya doğru gidiş, farklılıkları zenginlik olarak almak ve onları kötü bir şey olarak görmemek; kendi toplumumuzda ve küresel anlamda, daha barışçıl bir dünya oluşturmak istiyorsak bunlar şart. Kendi içimize dönüp, ‘biz böyle iyiyiz, başkaları şöyle kötü’ gibi bir yaklaşımla barışçıl bir dünya kurmak mümkün değil.”
2011 yılında Prof. Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı ile gerçekleştirdiğimiz röportajda kendisiyle AFS yıllarını, bilim dünyasına kazandırdıklarını ve kültürlerarası iletişimin önemini konuşmuştuk. Saygıyla anıyoruz.
Çiğdem Kağıtçıbaşı bizleri kırmayarak AFS ile tanışıklığını ve AFS için yaptığı akademik araştırmalarını anlatmak için röportajımızı kabul etti. Evinizin kapılarını bizlere açtığınız için teşekkürler.
Ben size AFS ile ilişkimi anlatayım: Bursa Kız Lisesi’nin orta kısmını bitirip koleje gittiğim için, AFS ile gitme hakkına sahip değildim. Çünkü sadece Orta 3’tekileri gönderiyorlardı, onlar orada 9. sınıfı okuyup 10. sınıfta geliyorlardı. Ben de 8. sınıfı bitirmiş olarak koleje gittiğim için benim AFS ile gitme olanağım yoktu ama ben de dışarıdan çok ilgi duyuyordum ve 2 yıl sonra AFS’den bir kız davet ettim. “Konuk eden aile” oldum ve bir yaz için Amerikalı bir kız kardeşim oldu. Onunla çok yakındık, çok sevdik birbirimizi, hep mektuplaşıyorduk.
Ondan sonra da ben okulu bitirince Amerika’ya gitmeye karar verdim. Onun için Türkiye’de okumadım üniversiteyi. Bir de şanslıydım çünkü o ve onun ailesi Boston yakınında oturuyordu. Boston tabi Amerika’nın üniversite bakımından en iyi yükseköğretim merkezlerinden biri. Hep oradaki okullara başvurdum bu yüzden. Onun ailesi, ben gittiğim zaman, benim Amerikalı ailem oldu. 3 hafta onlarda kaldım, sonra da yatılı olarak üniversitedeydim. Üniversiteyi 2 yılda bitirdim. Doktora için de Berkeley’e gittim, Kaliforniya Üniversitesi’ne, doktoramı yaptıktan sonra döndüm. Benim AFS ile tanışıklığım bu şekilde bir host kardeş olarak, tersine bir AFS deneyimiyle olmuş oldu. Annesine “Anne” diyordum ve yıllar yılı hep devam etti ilişkimiz, hala da devam ediyor. Tam olarak benim Amerikalı ailem olmuşlardı, çok sevmiştim.
Türkiye’ye döndükten sonra Ankara’daydım, ODTÜ’de hocalık yapmaya başladım. O sırada 70’lerin başında, Türkiye’deki öğrenciler müthiş politize olmuştu, öğrenci hareketlerinin çok ve, hadiseli olduğu, zor bir dönemden geçiyorduk. O sırada AFS ile gidip gelmiş olan bazı öğrenciler, AFS’yi çok eleştiriyorlardı AFS’lilerin Americanophile (Amerikan yanlısı) oldukları gibi eleştirilerde bulunuyorlardı. Tabi o zaman sadece Amerika’ya gidiliyordu. AFS ofisini rahatsız edecek şekilde ciddi bir aktivizm başlamıştı. O sıralarda hem gidiyorlar, hem de dönünce kızıyorlardı.
Ondan sonra Türk Kültür Vakfı’nı kurdular değil mi?
Evet, işte o sıralarda kıyamet kopuyordu. Şimdi pek hatırlayamıyorum beni nasıl buldular ama, Ayşe Yarsulat ,kuruculardan sanıyorum, o sıralarda AFS ile çok meşguldü. Bir süre ofis müdürlüğü de yapmıştı sanırım ve yine o sırada bir arayış içindeydiler. Ayşe Ankara’da bir şekilde beni buldu, AFS ile ilişkimi biliyordu ve bana bir araştırma yapar mısın diye sordu. Bir psikolog ve sosyal bilimci olarak objektif bir şekilde AFS’nin etkisini ölçmemi istedi.Benim de ilgimi çekti, “Tamam” dedim ve 70-71 yıllarında 2 yıllık araştırma yaptım. O araştırma şuydu: bir deneysel tasarım kullanıldı ve bütün AFS ile giden öğrenciler, gitmeden önce çeşitli testlere tabi tutuldular, daha ziyade; gitmeden önce, yaptıkları kamplar sırasında tutum ölçen, tavır ölçen, dünya görüşlerini ölçen, çeşitli konularda fikirlerini beyan ettikleri bir anket çalışması oldu. Aynı zamanda onlara benzeyen, aynı yaşta, başka okuldan öğrencilerle de aynı çalışma yapıldı. Bu kontrol grubunun farkı onların bir yere gitmiyor olmasıydı.
Ders yılının sonunda, Amerika’ya AFS ile gitmiş olan öğrencilere dönüş kampında, dünya görüşlerini ölçen bir anket yapıldı. Kendilerini nasıl görüyorlar, çevreye nasıl bakıyorlar gibi birçok konuda, sosyal psikolojik yaklaşımları nedir diye ölçtük. Aynı zamanda, diğer kontrol grubunun da fikirlerini aldık. 2 türlü karşılaştırma yaptık; önce-sonra, AFS için ve diğer grup için. Bir de giden-gitmeyen karşılaştırması yaptık. Bu deney tasarımından yurt dışında yayımlanan bir kitapta “yurtdışı tecrübesinin incelendiği, en iyi metotlu araştırma” diye söz edildi.
Bu araştırmayı sadece AFSlilerle gitmeden önce ve gittikten sonra yaparak “önce-sonra” karşılaştırması yapabilirdim ancak bir kontrol grubuna ihtiyaç vardı. AFSlilerin gitmeden önceki ve gittikten sonraki anketleri arasındaki farklar, sadece bir yaş büyüdükleri için de olabilirdi. Bu farklılıkların bir yaşın verdiği olgunlaşma mı yoksa dış ülke yaşantısının etkileri mi olduğunu anlamak için kontrol grubunun anket sonuçlarına başvurdum. Bu araştırma aynı zaman da benim doçentlik tezim de oldu. “Dış ülke yaşantısının etkileri” diye bir kitap olarak basıldı. Gördüğüm aslında hiç de, eleştirilerin söylediği gibi değildi; bu çocuklar, hiç de Americanophile olmuyorlardı. Çok daha objektif bakış açısına sahip oluyorlardı, daha olumlu gelişmeler gösteriyorlardı, kendilerine daha güvenli, daha dünyaya açık hatta “world minded”, bir dünya vatandaşı olmaya doğru giden, daha toleranslı, daha az rigid, çok olumlu kazanımlarla dönüyorlardı aslında. Bu durumun aksine o yılı Türkiye’de geçirenlerde böyle bir değişme yoktu. Dolayısıyla sadece dış ülke yaşantısının değişimlerine bağlanabiliyordu.
Bu çalışmayı bilimsel bir makale olarak, İngilizce yurt dışında da bastırdım ve o zaman AFS Uluslararası’nın bu yayından haberi oldu. Tabi ki, çok memnun kaldılar. Çünkü gerçekten çok ciddi kazanımlar ortaya çıkmıştı, ben de objektif olarak bunları yazmıştım. O dönem bu araştırma sonuçları hem Türkiye’de hem yurt dışında kullanıldı. Aynı zamanda, Türk Kültür Vakfı kurulurken ben de kurucularından biri oldum. O zamandan sonra AFS ile ilişkilerim tekrar başladı daha profesyonel, daha üst düzeyde. Bu araştırmalar sonrasında “AFS Uluslararası” benim “international trustee” olmamı istedi. Buradan ofis beni önerdi, zaten öneriyle oluyor, “AFS Uluslararası” da beni seçti. On yıl boyunca “AFS international trustee”siydim. Aynı zamanda TKV’nin yönetim kurulundaydım, burada TKV mütevelli heyetindeydim. O yıllarda çok ilgiliydim. Ondan sonra ilişkilerim azaldı ama birçok zaman eğitimlere katıldım, fikirler verdim, hala da vaktim olduğunda TKV’nin mütevelli heyeti toplantılarına gidiyorum. Şimdi tekrar, meslektaşlarımla bir araştırmaya başlıyoruz.. Bu seferki çalışma, öğrenci seçimleriyle ilgili, Çalışmayı Koç Üniversitesi’nin yürütüyor. Ona da ben aracı oldum ve bir miktar onun içindeyim. ‘’Seçimler iyi yapılıyor mu? Daha iyi nasıl yapılabilir? Bizim kullandığımız ölçmeler, yurt dışı başarısını, adaptasyonu, öngörüyor mu, yordama uygun yapılıyor mu?’’ Bu tür soruları sorduğumuz bir araştırma şimdi başlıyor, bu amaçla ilişkilerim ve sevgim devam ediyor. Hep vardı zaten. Elimden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışıyorum. Benim AFS ile olan hikayem bu şekildedir.
Size başka küçük sorularımız olacak, bu sene (2011’de) başlayan proje ile ilgili beklentileriniz neler?
Aslında daha çok deneysel bir araştırma bu, yani bir hipotez sınayıcı değil. Hangi tür ölçmeler, öğrencilerin aldığı hangi tür testler, onların başarısını yordamaya yardımcı olur bunlara bakıyoruz. Eğer bunu bulursak beklentimiz şu: bunları saptayıp, hangi testler başarıyı daha iyi yorduyorsa veya öngörüyorsa, bundan sonra o testleri kullanabilmek.
Bu sene denedik hatta bir tanesini. O da dahil, değil mi buna?
Evet, dahil.Çeşitli testler uygulanacak. Aynı zamanda uygulunanların da etkilerine bakılıyor. Yani etki değil, yordamasına. Diyelim ki bir öğrenci NEO PR kişilik testinde, belli alanlarda yüksek puanlar aldı ve bu öğrencinin yurtdışındaki tecrübesi ve yaşantısı çok olumlu oldu, bu olumlu bir korelasyon oluyor eğer bu şekilde büyük bir grup varsa. O zaman neyi gösteriyor bize? Bu test işe yarıyor. “Bu testlerdeki yüksek puanlar, belli alt testlerde yüksek puan alan öğrencilerden daha başarılı oluyor” diyebilecek durumda olabiliriz. Şu anda bilemiyoruz. Ön testler eleme olarak yapılıyor ama çok fazla mülakata bağlı. Mülakatlarda niteliği gereği çok sübjektif değerlendirmeler olabilir. Niteliği öyledir. Bu demektir ki, insanlar karşısındakinin bir görünüşünden veya konuşma tarzından etkilenebilir. Mülakatlardaki değerlendirmeler ne kadar yordama uygun yapılıyor tabii ki buna da bakacağız. Her şeyi tekrardan elden geçireceğiz. Yine aynı şekilde objektif kıstaslarla bakıp hangi seçme yöntemleri daha çok işe yarıyor, daha başarılı öğrenci seçmeye yardımcı oluyor sorusunu yönelteceğiz. Eğer bunu bulabilirsek (ki bulabilmemiz lazım), o zaman bu,bundan sonrası için çok ciddi bir katkı olur.
Konuşmaya madem AFS ile başladık o zaman AFS ile sorularımızı tamamlayıp isterseniz sizle ilgili sorularımızı sonra soralım: AFS’yi diğer değişim programlarından ayırdığınız özellik veya olgu var mıdır?
Var. Zaten bizim araştırmamızın da sonuçlarını yorumlarken, onu çok kullandım. Şöyle, AFS’de genç insan, giden kişi, kabul edildiği bir ortama gidiyor. Bu çok önemli. Kabul eden, konaklama sağlayan aile, gönüllü olarak bir çocuk istiyor. Dolayısıyla çocuk daha giderken oraya, biliyor ki, kendisini kabul eden bir ortama gidiyor ve aile onu istiyor. Kimse zorlamamış kimseyi. Bu kabul ortamı, kültür ilişkilerinde, farklı kültürlerin birbirleriyle karşılaştığı ortamlarda çok önemlidir. Şimdi düşünün mesela siyasi sığınmacılar, ondan sonra göçmenler, çok büyük sayıda insan dünyada bir yerden bir yere gidiyor ve başka ülkelerde yaşıyor. Hatta öğrenciler, AFS gibi bir programla giden değil de, üniversite düzeyinde kendi başına giden,daha çok o yaşta gidiyorlar, onlar kabul edildikleri bir ortama gitmiyorlar. Onların herhangi bir yere gidip ve orada kendilerine herhangi bir yer açmak, bir yer edinmek, kabul edilmek işini başarmaları lazım. Hatta birçok zaman göçmenler ya da sığınmacılar reddedildikleri ortamlara gidiyorlar. Onları kabul etmeyen, önyargıların olduğu ortamlara gidiyorlar. Öğrenciler bile bu tür ortamlara gidiyorlar.
Öğrencilerle de ilgili yapılmış birçok araştırma var; özellikle bazı ülkelerden, Asya ülkelerinden, Afrika ülkelerinden, özellikle Amerika’ya giden öğrenciler üzerinde yapılan araştırmalar, görünüşlerinden dolayı, mesela Hintliler, Afrikalı siyahlar veya Asyalılar bazen görünüşlerinden dolayı reddedilme hissi yaşıyorlar. Hakikaten de onlarla kimse arkadaşlık etmiyor, konuşmuyor, üniversite ortamında tek başlarına kalıyorlar. Hep böyle dışlanıyorlar, çünkü görünüşlerinden başka yerden geldikleri anlaşılıyor ve yabancı olarak dışlanmanın psikolojik sıkıntısını yaşıyorlar. Bazı araştırmalar “statü kaybı” derler buna. Mesela kendi ülkesinde gayet iyi durumda olan, sosyo-ekonomik bakımdan, aile özellikleri bakımından üst konumda olan bir kişi Amerika’ya gittiğinde kendisini aşağılanmış hissediyor. Ciddi statü kaybına uğrayabiliyor ve kendine has bir kişi olarak değil, bir grubun üyesi olarak görülüyor. Hintli olarak görülüyor mesela. Ve bir genellemeye dahil oluyorlar, bütün Hintliler aynıymış gibi. Fişleme gibi bir durum ortaya çıkıyor. Bunlar dış ülke yaşantısındaki uyumları, adaptasyonları çok negatif etkileyen, çok mutsuzluğa yol açan, başarıyı azaltan faktörler olarak araştırmalarda bulunuyor.
Şimdi AFS’de bu zaten baştan yok. Kabul edildiğin ortamda, sevgi, yumuşak hisler daha en baştan olumlu yaklaşımı gösteriyor . Dolayısıyla öğrencinin büyümesi, olgunlaşması için olumlu etkiler daha çok imkanlı hale geliyor Tabi, bunun istisnaları yok mu? Vardır elbette ama çoğu için böyle bir durum söz konusu ve AFS olumlu sonuçlar elde ediyor. AFS’nin bu özelliği önemli. Başka böyle ailede kalma durumlarını içeren programlar da vardır ama bunlar çok kısa sürelidir. O ailelere para verilir mesela. O tür programlar var ama AFS ile aynı şey değil. AFS daha uzun süreli, aile, tamamiyle “evladı” gibi bir gençle yakın bir ilişki kurmak için, para da almıyor ve zaten gönüllü olarak konaklama imkanı sağlamayı istiyor. Bu yüzden, AFS’yi diğer bütün programlardan ayıran esas farkı ben burada görüyorum.
Çok fazla konferans veriyorsunuz, çok fazla toplantı yapıyorsunuz. Acaba AFS ailesi bunlardan yararlanabilir mi? Onları ilgilendiren bir şeyler olabilir mi?
Bir zamanlar AFS’de çok konuşurdum, son zamanlarda o konularda pek bir şey yapmıyorum ama şimdi bu yeni araştırmamızla, zaten olacaktır. Tabi iyi de olur… Birçok kişiyi de ilgilendirecektir zaten, tabi öncelikle araştırmanın sonuçlarını bir çıkaralım.
AFS sorularımızı madde madde yazmıştık ama siz neredeyse hepsini anlattınız zaten, biraz da sizle ilgili sorular sormak istiyoruz.
Kendimi de anlattım aslında.
Sosyal psikoloji kavramını yaratma ve bunu dünya çapında kullanılır hale getirme olgusu hangi fikirler ve çalışmalarla ortaya çıkmıştır?
Uuuuv, öyle bir şey hiç sormayın çünkü onu 3 saat filan konuşmak lazım. Şimdi sosyal psikoloji çok değişti aslında, bunları anlatmak zor. Psikoloji de bilişsel yaklaşım çok önemli oldu son yıllarda. Bilişsel yaklaşım/kognitif… Hatta buna “cognitive revolution” da diyorlar. Yani biliş kişinin anlayışı, olayları başkalarına anlatışı demek oluyor. Sosyal psikoloji de buna çok yöneldi.Örneğin; ‘’insan başkalarını nasıl anlıyor, başkalarının davranışlarını nasıl yorumluyor?’’. Birisi diyelim, bir sınavdan kırık not almış, geçememiş, bunu nasıl yorumluyor. İşte “çalışmamıştır-aptaldır” şeklinde yorumlanabilir veya daha farklı yorumlanabilir. Bu yorumlar nereden çıkıyor? Nelere atfediliyor? Bunların çok ilginç çıkarsamaları var, saldırganlığa kadar gidiyor.
Mesela birisi ayağınıza basıyor, burada hemen kızıp ona pat diye vurmak da mümkün, “herhalde yanlışlıkla ayağıma bastın” demek de mümkün. Bunların hepsi, başkalarının davranışlarını nasıl algıladığımız konusunda yorumlar. Burada, barışçıl bir toplum yaratmak için, bu yorumlar önemli oluyor. İnsanlar arası ilişkilerde yorumlar, kavrayışlar çok önemli ve bunların uygulamalara da etkisi oluyor. Benim örneğin yapmayı planladığım büyük bir araştırma var şimdi, eğer fon alabilirsek yapacağız onu; erken ergenlik döneminde ki bu 11-12-13 yaşlarında oluyor, çocukların aslında sosyal ilişkilerde, daha olumlu, daha barışçıl, daha toleranslı yaklaşımları ve anlayışları geliştirmesine yardımcı olmak esas istediğimiz. Hem kendilerinden daha hoşnut olmalarını sağlamak, kendileriyle barışık olarak büyümelerini sağlamak, hem de başkalarıyla barışık olarak büyümelerini sağlamak. Bunun için, programlar üzerinde çalışıyoruz asistanlarımla-öğrencilerimle. Çeşitli zihniyetler, hikayeler, oyunlar kullanılarak bu yaştaki çocuklara olumlu yorumlama nasıl öğretilebilir? Suçlayıcı değil de yanlış bir hareket gördüğümüz de, belki sorgulayıcı, acaba niçin diye düşünen, bazı yaklaşımlar, yani olumluya doğru gidiş nasıl sağlanabilir? O yaşlarda bu alışkanlıklar oluşturulabilirse, bunlar daha geç ergenliğe ve yetişkinliğe doğru da gidebilir.
Oysa ki, bu şekilde o erken ergenlikte, bu tür alışkanlıklar oluşturulmazsa ve çevresinde de çok saldırganlık gördüğü için çocuk, kendisi de herhangi bir problemi kızarak veya saldırganlıkla çözümleme tarafına doğru da gidebilir. Bu tür uygulamaya yönelik önemli bulguları var sosyal psikolojik çalışmaların. Saldırganlığın açıklanması, toplumsal cinsiyetin açıklanması, kadın nasıl anlaşılıyor, erkek nasıl anlaşılıyor, kadın-erkek rolleri bir toplumda nasıl olabilir, bunlar nasıl daha eşitlikçi daha paylaşımcı hale getirilebilir? Sosyal psikoloji de geniş kapsamlı birçok konuyu ele alabilirsiniz. Özellikle son zamanlarda hep bu anlayış, kavrayış üzerinde duruluyor.
Sizce yurt dışında bir sene geçirmenin geleceğe yönelik faydaları nelerdir?
Dünya vatandaşı olmaya doğru gidiş, farklılıkları zenginlik olarak almak ve onları kötü bir şey olarak görmemek; kendi toplumumuzda ve küresel anlamda, daha barışçıl bir dünya oluşturmak istiyorsak bunlar şart. Kendi içimize dönüp, ‘biz böyle iyiyiz, başkaları şöyle kötü’ gibi bir yaklaşımla barışçıl bir dünya kurmak mümkün değil. Hoşgörülü, toleranslı, farklılıkları kabul edici ve bu farklılıklarda zenginlik bulan yaklaşımlar çok önemli. AFS tecrübesi gibi tecrübeler de buna hizmet ediyor.
Bizdeki aile sistemiyle Amerika’daki aile sistemi arasında nasıl farklılıklar saptadınız?
Yeni bir kitabım çıktı, “Benlik, Aile ve İnsan Gelişimi” adı. Bunun tartışmaları da var bu kitapta. Özetle diyebilirim ki bireycilik-toplulukçuluk farkı en temel farktır. Batıdaki ailelerde sizler de bir miktar yaşadınız. Biliyorsunuz ki ayrışma-bireyleşme olgusu çok önemsenir. Gençlerin ailelerinden ayrılıp kendi hayatlarını yaşamaları meselesi üzerinde çok durulur ve ayrılma-ayrışma özerkliğin gelişmesi için şart görülür. Kişi ailesinden ayrılmalı ki otonomi geliştirebilsin fikri psikolojide de çok yaygındır ve batılı, bireyci dünya görüşünü yansıtır. Bu, söylediğim gibi batılı bireyci düşüncenin varsayımı. Bundan da şöyle bir sonuç çıkıyor; demek ki daha toplulukçu kültürlerde otonomi gelişemiyor çünkü toplulukçu kültürlerde insan ilişkileri daha iç içe. Ben bunu sorguladım teorik olarak ve şunu ileri sürdüm: aslında özerkliğin (otonominin) gelişmesi için illa ki ayrıklık şart değil, bir başkasıyla yakın ilişki içerisinde de özerklik gelişebilir. Buradan da özerk ilişkisel benlik kavramını öne sürdüm. Bu, üzerinde çok çalıştığım bir teoridir ve dünyanın her tarafında bunu destekleyen birçok araştırma var. Özellikle de ilişkisel benlik teorisini.
Bizimki gibi toplulukçu toplumlarda, yakın ilişkiler önemlidir. Fakat, kentsel ortamda, özerklik de ö gençlerin eğitim ve çalışma hayatında başarılı olabilmeleri için önemlidir. Kendi kendine karar verebilmek, kararının sorumluluğunu taşıyabilmek çok önemli ancak bunun için illa ayrışıp, tek başına olmak şart değil. Hem yakın ilişkileri muhafaza edip hem de özerk olabilmek mümkün, hatta gerekli. 1950’lerden beri birçok psikolojik kuramın da öne sürdüğü gibi, özerk olmak da, yakın ilişki sahibi olmak da temel insan ihtiyaçları. Dolayısıyla ikisinin de olması gerekiyor insanın psikolojik sağlığı için. Geleneksel dünya görüşündeki ‘tamamen bağlı olacaksın, özerk olmayacaksın’ düşüncesi de doğru değil. Söz dinleyen çocuk iyi çocuktur ama özerk olursa, kendi kendine karar vermeye kalkarsa dik başlılık ediyor diye istenmez. Dolayısıyla geleneksel kültürün de, batılı kültürün de değişmeleri ve orta noktayı bulmaları lazım. Bu çocuk yetiştirmek ve genel anlamda yetişkin eğitiminden psikoterapiye kadar her alanda akılda tutulması gereken bir felsefedir.
Bireycilik ya da toplumculuğun, toplumdaki refah seviyesini etkilediğini düşünüyor musunuz?
Bu konuda da çok tartışma var ‘refah seviyesi mi onu etkiliyor, yoksa bu dünya görüşü mü refah seviyesini etkiliyor’ diye. ‘Ekonomik gelişme için mutlaka bireycilik (individualism) gerekir’ görüşü çok yaygındı, fakat bu görüş şimdi çürütülmüş durumdadır. Özellikle Doğu Asya (Japonya, Kore, Tayvan) örneği bütün dünyaya gösterdi ki, aslında toplulukçu kültürlerde de ekonomik gelişme olabiliyor. Çünkü o kültürler değişmedi ve toplulukçulukları devam ediyor. Örnek verecek olursak; “Japanese Management System” yani “Japon İş İdaresi Sistemi” tamamen aileyi örnek almıştır. Aileye bağlılık gibi iş yerine bağlılık da çok önemlidir. İşyerleri aile gibi çalışır. Bu toplulukçu öge Japonya’nın ekonomik gelişiminde önemli bir etken olmuş.
Bir ikinci varsayım da bu görüşün dayandığı “modernleşme teorisi” görüşüdür. Avrupa’da da temel kültür toplulukçuydu ama endüstrileşmeyle, endüstri devrimiyle, bu kültür mecburen değişti. Çünkü endüstrileşme iş gücünün mobil olmasını; dolayısıyla nerede iş varsa oraya gidilmesini, ayrışmayı ve köklerden ayrılmak gibi daha bireyci unsurları gerektirir. Yani dünya endüstrileştikçe, Avrupa’da görülen türde süreçlerden geçip, bireyci değerleri oluşturacaktır. Bu ikinci varsayım da şu şekilde çürütüldü: tarihi demografik araştırmaları, Avrupa sosyal tarih demografisi araştırmaları, bireyciliğin aslında 19. yy. Endüstri Devrimi’nden çok daha önce Avrupa’da olduğunu kanıtladı. Hatta M. Farlen adında bir İngiliz tarihçi, toplumdaki bu bireyci öğeleri Orta Çağ’a kadar geriye götürüyor. Mark Farlen’a katılmayan diğer tarihçiler ise, Erken Modern Çağ’a, 16. yüzyıla kadar takip edebiliyor bireyciliğin köklerini. Dolayısıyla bireycilik endüstrileşmenin sonucu olarak ortaya çıkmış değil, zaten var olan bir kavramdır.Bu demektir ki, ülkelerin endüstrileştikçe zorunlu olarak bireyleşecekleri muhakemesi çürütülmüş oluyor. Bu tür küresel bakış açılarında değişik bakış açıları da ortaya çıkabiliyor.
Psikoloji alanını seçmenizin ve sosyal psikoloji alanında uzmanlaşmanızın size ve yakın çevrenize yararı olduğunu düşünüyor musunuz?
Bilmem belki vardır… Çünkü büyük bir bilinçlenme getiriyor ama çok da fazla parmağımı basamayacağım.
Peki neden psikoloji alanını seçtiniz?
Onu sorarsanız o başka. Annem ve babam her ikisi de öğretmendi ve ben Bursa’da büyüdüm. Onlar İstanbullu idi ama Bursa’ya tayin olmuşlar ve orada, çok sene önce,1940’lı yıllarda bir özel okul açmışlardı. O zamanlar özel okul kavramı bilinmezdi ama onlar idealist öğretmenlerdi. Bu özel okul yuva olarak başlamıştı. Sonra, yıllar içince lise sona kadar gitti. Benim çocukluğumdan beri hep “okula gideceğim, okulu ele alacağım ve müdür olacağım” şeklinde beklentilerim vardı. Ailemin de “Çiğdem gidecek, Amerika’da doktora yapacak” şeklinde beklentileri vardı. Ben de kabullenmişim demek ki. Hiç de sorgulamazlardı, “yeterince kapasitesi olacak mı, becerebilecek mi?”, “tabi ki yapacak!” şeklinde düşünürlerdi. Ben de tabii ki yapacağım şeklinde düşündüm demek ki. Sonra Amerika’ya gittim eğitim için. Eğitim için gittim fakat eğitim dersleri alırken psikoloji dersleri de aldım ve psikoloji derslerini daha çok sevdim. Daha düşündüren, daha ilgimi çeken dersler oldular, o yüzden psikolojiye yöneldim. Nitekim, orada evlendim, çocuğum oldu. Eşimle Türkiye’ye dönünce önce Bursa’ya geldik. Orada lise okul müdürlüğü ve psikoloji öğretmenliği yaptım 2-3 yıl. Sonra doktoramı bitirdim ve lise müdürlüğü ve öğretmneliğinden ziyade akademik kariyer yapmak istedim. Doktoramın üzerine Orta Doğu’ya gittim. Aslında felsefeyi de çok seviyordum ve “felsefeye mi gideyim yoksa psikolojiye mi?” diye çok arada kaldım. Sonra felsefenin biraz fazla havada olduğunu düşündüm, psikoloji daha ayakları yere basan bir konu gibi geldi bana ki öyle.
İyi ki de o tercihi yapmışım çünkü psikolojide uygulamaya yönelik de çok iş yaptım, sadece akademik çalışma değil. Mesela bir tanesi AÇEV çalışmaları, AÇEV’i kuranlardanım zaten. Erken çocuklukta çocukların gelişmesini anne eğitimiyle desteklemek ve bunların sonuçları nedir diye görmek için 22 yıl süren bir araştırma yaptık. Bunun sonucunda erken çocuklukta çocuğun çevresini uyaran bakımından zenginleştirmenin zihinsel gelişme için fevkalade önemli olduğunu bulduk ve Türkiye’de okul öncesi eğitimin poltikaları değişti. Okul öncesi eğitim artık zorunlu oluyor. Bunlar, hep bizim çalışmalarımız üzerinedir. Politikayı etkiledi bizim çalışmalarımız. Ben bu sebeple psikolojiye de sosyal psikolojiye de gelişim psikolojisine de çok girdim. Bugün de mesela, çocuk koruması ve çocuk politikaları konusunda ne yapacağız diye AÇEV’de çalıştık sizinle buluşmadan önce. Sivil toplum örgütleriyle büyük bir toplantı yapılacak ve “çocuk politikaları” kurmak üzere hükümetlere baskı grubu olacağız. Bu şekilde oluyor o işler.
Röportaj, AFS Gönüllüleri Derneği tarafından 2011’de çıkarılan AFS’D adlı dergiden alınmıştır. AFS’D Mutfak Ekibi; Albert Berk Toledo, Belgin Açar, Beril Ece Güler, Bige Akar, Caner Akın, Ceylan Dönmez, Çağrı Küpeli, Damla Dökmeci, Emre Zafer Güney, Eylem Öykü Yıldıran, Jibid Bulgan, Selen Şermet, Ürün Eşen’e ve redaksiyonda yardımcı olan Eylül Canbaz’a teşekkürler.